Ya girmeyeyim girmeyeyim diyorum, mevzu kapanır nasılsa, bu rezilliği satırlara dökmeyeyim diyorum ama nafile! Her gün yeni bir şey çıkıyor bunlarla ilgili, her gün yeni bir şaşkınlık yaşıyoruz gördükçe onca rezilliği!
Mevzu, Dilan Polat ile eşinin mal varlıklarına el konulması!
Hani saçına euro’lardan bigudiler saran, etrafına çil çil altınlar dağıtan, şöyle uçağımız böyle evimiz var diyerek malını mülkünü gözümüze sokan Dilan ile dolardan buketler yaptırıp bando mızıka eşliğinde jipler- arabalar hediye eden kocası Engin’in mal varlığına el koyulmuş! Ülkece, ‘Hesaplarına tedbir konmuş mu, yurt dışı çıkış yasağı getirilmiş mi, hapse girecekler mi’ derdine düşmüş haldeyiz. Para mı akladı, uyuşturucu işine mi bulaştı, vergi mi kaçırdı, hırsız mı dolandırıcı mı bilmem. Ama malını mülkünü milletin gözüne sokarsan, yokluk içinde yaşayan insanlara paranla hava atarsan sonun böyle olur Dilan! Yani enercii!den mi korkmadın, gözden, nazardan!
Ülkemizi uluslararası arenada temsil eden Şeyma Subaşı’dan da mı ders almadı bu Polat ailesi? O da hatırlarsanız bitmek bilmez seyahatleri, marka çanta- kıyafetleri, çılgın partileriyle hep ülke gündemindeydi. Sonra nazara geldi, hem işleri geriledi hem evliliği bitti! Bunlar da madem kazandılar, evlerinde yeselerdi! Zaten komşusu açken tok uyuyanı, Allah sevmez ki!
Abartı yaşantısı, son model araçları, lüks villası, servet değerindeki takıları, çantalarını sosyal medyadan paylaşarak dikkat çeken Dilan Polat, kariyerine doğum fotoğrafçısı olarak başlamış. Hamile kadınların su altı fotoğraflarını çekerek kendi parasını kendisi kazanan ve günlük 850-1500 lira para kazanıyordum’ diyen orta gelirli bir kadın iken bir anda sahip olduğu servet, başını döndürmüş belli!
Bunların hikayesi bana piyango çıkınca bir anda ne olduğunu şaşıran, saçma sapan harcamalar yapan dar gelirli aileleri hatırlatıyor. Mütevazi bir hayat yaşarken bir anda çok paraya kavuşan ama bünyeleri kaldırmayan kişiler, bu paraları har vurup harman savurur, bir süre sonra da her şeylerini kaybedip eski hayatlarına dönmek zorunda kalırlar. Sizin de sonunuz böyle olmasın yoksa Polat’lar!
Kabul edelim biz severiz böyle kısa yoldan para kazanmayı, bir anda çok zengin olmayı! Gerçi düşünüyorum da kim sevmez ki! Ama işte sorun da tam olarak budur çünkü ‘bedava peynir, fare kapanında bulunur’! Emeksiz yemek olmaz arkadaş, olan da yenmez, bozar mideyi- hazmedemezsin(!)
Şimdi siz de muhtemelen benim son birkaç haftadır dediğim gibi “Yeter canım bize ne bunlardan! Memleketin başka derdi yok mu, bu mudur tek sorunumuz, gündemi bu tip insanlarla niye meşgul ediyorsunuz?” diyorsunuz!
Haklısınız da şunu unutuyorsunuz, bunları konuşmadıkça, yok saydıkça, ‘delidir ne yapsa yeridir’ deyip umursamadıkça yaptıkları yanına kalıyor! Daha adlarını bile duymamışken 4 sene de uçaklar, villalar, uçuk fiyatlı takılar, çantalar, astronomik paralar kazanıyorlar, kazandıkları paranın hesabını da vergisini de vermiyorlar! Susup tepki vermedikçe aylık 7bin 500 lira emekli maaşıyla geçinmeye çalışanlara ‘Günlük 750 bin lira harcıyorum’ deme haddini kendilerinde buluyorlar! Altın tozlu kahve içip halkın sabrıyla oynuyorlar.
Ah rahmetli anneannem; “Görmemişten hamur olacağına, eğil de yerde çamur ol!” derdi, haklıymış desenize!
Hayatta 3 çeşit insandan korkmak gerek bence de;
“Dağdan inme! Dinden dönme! ve de Sonradan görme!
………………………………………..*………………………………………………..
Görgü dediğimiz şey;
Tabİi o kadar çok bahsettik ki ‘Görgü nedir’ diye sorası geliyor insanın!
Hele de az önce görgüsüzlüğün dibini yazmışken ve de bunu kınamaktan kendini alamazken!
Görgü, insanlar bakarken ve dinlerken yaptığınız ve söylediğiniz şeydir. Yani düşündükleriniz değildir. Görgü aileden gelir, içtendir ama değerlendirilen dışarı vurum şeklidir. Polatgillerde olduğu gibi, zenginliğin tezahürü, saçınıza taktığınız dolar bigudiler, altın tozlu kahveler ise bu zengin ama görgüsüz olduğunuzun göstergesidir.
Taaa eski Mısır döneminden geliyormuş bu görgü ya da eskilerin tabiriyle Adab-ı Muaşeret kuralları!
Dünyanın en eski kitabı olarak kabul edilen “The Maxims of Ptahhotep”te geçiyormuş ilk defa!
Ne mi yazıyormuş orada; büyükler gülmüyorsa gençlerin de gülmemesi, boş tartışmalardan kaçınmanın zayıflık değil kibarlık olarak değerlendirileceği, dürüstlük ve otokontrolün hem bireyi hem de topluma iyi geleceği! Kurallar o zaman da aynıymış, değişen pek de bir şey olmamış sanki!
Görgü Kuralları’nın dünyadaki ortak ismi “Etiquette”! Bildiğimiz etiket evet, etiket kuralları yani!
Etiket kuralları, Fransa’daki Versay Sarayı’nda ortaya çıkmış hem de çok enteresan bir sebeple! Saraya gelen asilzade misafirlerin sarayın bahçesindeki özel yetiştirilmiş çimenlerine zarar vermesine dayanamayan Kral XIV. Louis’in bahçıvanı, kralın talimatıyla bahçenin belli yerlerine; “Çimenlere basmayın” yazılı tabelalar koymuş. Bu tabelalara da “etiquet” denmiş. Yani bildiğimiz etiket de ilk buradan çıkmış. Lakin konuklar bu etiketlere uymayınca Yazıları pek umursayan olmayınca iş krala düşmüş ve artık saraya gelen konuklara, “Sarayda uyulacak kurallar”a ilişkin el kitapları verilmeye başlanmış; Nerede ne konuşulacak ne giyilecek, ne- nasıl yenilecek! Bu durum ilk başta tuhaf görülmüş ancak sonradan asaletin bir simgeseline dönüşmüş. Kurallar silsilesi yavaş yavaş sarayı aşıp önce aristokratların sonra da onlar gibi olmak isteyenlerin hayatına girmiş.
“Mavi kan” meselesini duymuşsunuzdur, hani asillerin mavi kandan geldiği söylenir ya! Araştırdım biraz, neyin nesiymiş, kanın rengi gerçekten mi maviymiş yoksa mecazen mi öyleymiş;
Açıklıyorum, mecaz falan değil, gerçeğin ta kendisiymiş! Eskiden soylular kendilerini her türlü hastalıktan ve özellikle vebadan korumak amacıyla gümüş tabletleri yutarlarmış. Kullandıkları çatal bıçak takımlarının gümüş olması da bundanmış. Gümüşün fazlası deri rengini bozartıyor ve Argyria denen bir deri hastalığına yol açıyormuş.
Adı üstünde görmekten geliyor ‘Görgü’, bazı değerleri zamanında görmekten, hazmetmekten geliyor. Aileden alınıyor, zamanla geliştiriliyor ama aileden alınmamışsa ne yapsan olmuyor. Bunu da galiba en güzel eşek anlatıyor;
‘Altın semer de vursan, eşek eşekliğinden vazgeçmiyor!’
………………………………………………..*…………………………………………………
Cadılar Bayramınız Mübarek Olsun
Geçtiğimiz hafta Cumhuriyetin ilan edilişinin 100.yılını ve aynı zamanda Türk tarihinin en önemli bayramını – Cumhuriyet Bayramı’nı kutladık, elimizde bayraklar dilimizde marşlarla!
Bu hafta da Batı’nın bir bayramı var; Hem en korkunç hem de komik bayramı!
Başrollerde eli süpürgeli, sivri çeneli cadılar, tuhaf kostümlü insanlar ve de ‘şeker mi şaka mı’ diye soran çocuklar var. Evet doğru tahmin ettiniz, bu haftanın gündeminde cadılar ve de onların bayramları var!
Annemin; “Nereden çıkarmışlar bu abuk sabuk günü, usturuplu bir şeyler giyinselerdi ne öyle cadı gibi giyinmeler!’ sorusunun cevabını veriyorum, bu tuhaf gün nereden çıkmış ortaya, hazırsanız söylüyorum:
Cadılar Bayramı isim olarak 1 Kasım’daki kutsal ‘All Saints Day’ kutlamasından önceki akşamı tanımlayan ‘All Hallows Eve’ anlamına geliyormuş. Cadılar Bayramı kutlamaları, 31 Ekim akşamı başlayıp 1 Kasım’a kadar süren antik Kelt festivali ‘Samhain’ dan geliyormuş. Yaklaşık 2000 yıl önce İngiltere, İrlanda ve Kuzey Fransa bölgesinde yaşayan Keltler tarafından kutlanmaya başlamış. Pagan’ların yeni yılı ve ölüme benzetilen karanlık, soğuk bir kışın başlangıcı olarak kabul edilirmiş. Tam da bu zamanda bu dünya ve diğer dünya arasındaki sınırın kalkacağına, ölülerin ruhlarının kısa bir süreliğine bu dünyaya, insanların arasına dönebileceğine inanılırmış. Yani insanlar aslında dünyaya geri dönen ruhları uzaklaştırmak için hayalet, cin ve cadı gibi ürkütücü kostümler giyerlermiş. Bu bayramın en klasik ritüellerinden biri olan balkabaklarının üzerine hayalet yüzleri oyarak fener yapma geleneğinin, bir İrlanda halk hikâyesi olan ‘Cimri Jack’e dayandığına inanılıyormuş. Hikayeye göre Jack adında muzur bir adam, şeytanı o kadar çok kandırmış ki öldüğünde ne cennete ne de cehenneme kabul edilmiş, şalgam fenerini aydınlatmak için sadece bir yanan kömürle dolaşmaya terkedilmiş! Bu da, cadılar bayramında gezgin Jack’i ve diğer kötü ruhları korkutmak için şalgamların üzerine korkunç suratlar çizerek fenerler yapan insanlar tarafından gelenek haline getirilmiş! Yine tuhaf ve ürkütücü kostümler giymiş çocukların; ‘Şeker mi?- Şaka mı?’ diyerek evleri dolaşmaları, bu bayrama özgü eylemlerdenmiş!
Halloween ya da nam-ı diğer Cadılar Bayramı’nı, bir Amerikan vatandaşından daha sabırsızlıkla bekleyen, bir İtalyan’dan çok daha çılgıncasına kutlayan dev bir kitle var ülkemizde. Kendi bayramlarını hele de Kurban Bayramı’nı beğenmeyip vahşet diye haykıranların, balkabağından içki içip Pagan Tanrılarına şükretmesi ilginç geliyor sadece. Bizimkinde hayvanları ölüyor tamam da öbüründe de ölü kıyafeti giyip dolaşıyorsunuz etrafta. Aaahhh ahh bunlar hep Amerika’nın oyunları, di mi ama(!)
Cadı kelimesi kulağa kötü geliyor evet ama bazen de insanı zorla cadı yapıyorlar canım! Yoksa kim istemez prenses prenses oturmayı! Bazı insanlar alçakgönüllü ama bazıları da alçak olmaya gönüllü olunca ne yapacaksın, kocaman külah şapkanı takacaksın! Mesela ben! İntikam almayı sevmem ama ödeşmek adettendir. Yani bütün kadınlar melektir aslında, kanatları kırıldığında süpürgeyle uçarlar, o kadar!
Şimdi ‘niye bütün cadılar kadındır, cadılar kadın ise bu bayramı kadınlar mı kutlamalıdır’ polemiğine girmeyeceğim ama yine de düşünün diye burada bir dursun!
Haksızlık ve kötülükleri, süpürgeleriyle süpüren tüm cadıların da bayramı kutlu olsun!
……………………………………*……………………………………….
HAFTANIN EN’LERİ;
Haftanın Buluşu: Tıp dünyasından geldi! Kanserli farelere X ışınlarının yanı sıra akıllı “nanoparçacıklar” ile uygulanan radyoterapide olumlu sonuç elde edildi, kanserli hücreler azaltıldı! Erciyes Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Bölümü Dr. Öğr. Üyesi Yavuz Nuri Ertaş tarafından geliştirilen bu yöntem ile tümörlerin boyutları ya sabit kalabiliyor ya ciddi oranda azalıyor hatta bazı hallerde tümör tamamen yok olabiliyor! Üstelik metastaz ihtimali de oldukça azalıyor! Bu kötü hastalığın sonunda bitebilecek olmasının ihtimali bile insanı heyecanlandırıyor, mutlu ediyor!
Haftanın Teknoloji Hareketi: Biz insanların yerini almaya hazırlanan ‘Yapay Zeka’ uygulaması! Abigail Bailey adında bir robot, İngiltere’de özel bir yatılı okula müdür yardımcısı olarak atandı! Tamamen insan olan okul müdürüne, okul personelinin nasıl destekleneceği, okul politikalarının nasıl yazılacağı ve hatta dikkat dağınıklığı olan öğrencilere nasıl yardımcı edileceğine dair birçok konuda tavsiyede bulunacakmış! Valla yakında sıra bize gelecek, işimiz gücümüz, mesleğimiz hatta belki beynimiz- bedenimiz tehlike altında, robotlar dünyayı baya karıştıracak diyeyim valla!
Haftanın Rekoru: Gözlerimi doldurdu! Geçtiğimiz Pazar günü, büyük coşkuyla kutladığımız 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda Anıtkabir’e akın eden 1 milyon 182 bin 425 ziyaretçi, tarihi rekor kırdı! Üstelik dışarıda, yoğun kalabalıktan dolayı içeri giremeyen bir bu kadar daha insan vardı! Halk, Cumhuriyeti ilan edilerek yeni ve modern bir Türk devletini kuran Ata’sına koşmuştu bu önemli günde, şükranla minnetle!
Haftanın İronisi: ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satma’ hikayesini getirdi aklıma!
Türkiye’nin, Rusya’nın somon balığı ihtiyacının tamamını karşılıyor olduğunu biliyor muydunuz? Hem de bu ihtiyaç, denize kıyısı olmayan Sivas şehri tarafından karşılanıyormuş desem? Sivas’ta üretilen somon balıkları Rusya ve Japonya’ya ihraç ediliyor ve Rusya’nın somon ihtiyacının tamamını sağlıyormuş! Helal olsun Sivas’a; Balık üretmek istemişler, bakmışlar deniz yok şehirde, denizi getirmişler!
Haftanın Üretimi: Sağlık sektöründen geldi! “Bim bam bom çatlasın düşmanlar! Bizim de artık bir aşımız var!” Hepatit A virüsünün önlenmesinde kullanılan Hepatit A aşısı artık ülkemizde de üretilecek! Böylece Türkiye, bu aşıyı üreten 4. ülke olacak! Cumhuriyetin 100. yıldönümüne de böylesine güzel bir haber, önemli bir başarı yakışırdı! Ulu önder Atatürk; ‘Beni Türk hekimlerine emanet edin’ derken işte bu kadar haklıydı!